Bazıları için dört mevsimini yaşamak, bazıları için kaçamak, bazıları için balık, bazıları için orman, uzun yürüyüşler ya da sadece huzur veya biraz romantizm…
Atlar… Adanın gerçek sakinleri, manastır, Marta ve Berç, bolca balık, Kalpazankaya, köpekler… Ada vapurunun kalorifer yanı koltuklarından birinde oturup yolculuğun başlamasını beklerken, sekiz bin yıl kadar önce suya batmış olan küçük dağ silsilelerinin zirveleri için aklımdan geçenler bunlar değildi. 1846 yılında ilk vapur seferinin başladığı günden beri, ada vapuru önce Kınalıada’ya, sonra Burgaz ve Heybeliada’ya en son da Büyükada’ya uğruyor. İstanbullular da her fırsatta o vapurları doldurmayı ihmal etmiyor. Şehir hayatının tüm olumsuz taraflarından sıyrılmış, kentin yanıbaşındaki bu küçük adalar, her geçen gün daha fazla İstanbullunun yaşamak istediği yerler arasına giriyor.
GEPETO VE TRİPOD İLE TANIŞMA
Vapur iskelesine bakan meydana vardığımda beni Burgazada’nın daimi sakinlerinden ada köpekleri karşıladı. Sandviçimi paylaştığım için mi, yoksa kış ortasındaki bahar havasından mı bilemiyorum, kahverengi olanı siyaha; “gel, küçük bir eğlence çıkabilir” diye baktı sanki. O andan sonra Hristos Tepesi (Bayrak Tepesi) olarak belirlediğim ilk durağıma yolculuğum, yeni iki arkadaşım Gepeto ve Tripod ile başlamış oldu. Tripod tek ayağını bir fayton kazası sonucu kaybetmesine rağmen bizimle birlikte yürümeyi sürdürdü. İskeleden ayrılıp sola doğru yürümeye devam ettik.
Sait Faik’in eski dostlarına rastladık. Onlar bizden bihaber, son hazırlıklarını yapıyorlardı bir an önce denize koşabilmek için. Burgazada açıklarının hem ağ atanların, hem de olta balıkçılarının ellerinin boş dönmesine izin vermediğini öğrendim kısa bir sohbet sonunda. İstavrit, lüfer ve çinekop çok sık takılıyorlarmış oltalarına balıkçıların. Ağ atmak isteyenlerse Kalpazankaya ve Kumbaros taşı taraflarına giderlermiş…
ADA’NIN YOKUŞLARINDA UZUN YÜRÜYÜŞ
Ahşap binalarla ve bahçelerle çevrili, sokaktaki yaprakların çoktan rüzgârın fısıltısına kanıp sarı dinginliklerini kaybettikleri yokuşu aştıktan sonra evlerin arasından adanın tepesine doğru sıyrılmaya başladım. Yürüdüğüm yolun bir kısmı beton olsa da, sonraları taşlık dağ yoluna dönüştü. Yol boyunca her yanımı kaplamış olan ağaç mezarlığı o günkü korkunç yangını hâlâ yaşatır gibiydi. 6 Ekim 2003 tarihinde yanan 40 hektarlık alanın bir bölümünde ilerliyordum. Burgazada’nın piramit şeklindeki tepesine ulaştığımda yıkık sur kalıntısına ve hemen yanındaki mezarlığa ulaştım. Christos Manastırı’ndan kalan harabelerdi bunlar; 1603 yılında yapılan kilise ile manastırın izleri. Manastırı Makedonyalı Vasil 866 yılında yaptırmıştı.
USTA YAZARIN KÖŞKÜNDE
Tepeden aynı yolu izleyerek adaya indiğimde yağmur, damlalarını evlerin çatılarında, vitrin camlarında, yokuşlarda ve hatta başımın üzerinde hızlı bir itinayla sergiliyordu. Gepeto ve Tripod ile Sait Faik Abasıyanık Sokağı’na kadar yürüdük ve meydanda tekrar buluşmak üzere yollarımızı ayırdık…
Ünlü yazar Sait Faik’in 1954 yılında siroz hastalığına yenik düşerek vefat ettiği eve, 1964 yılından beri müze olan köşke doğru yürüdüm. Annesi Makbule Hanım tarafından 1955 yılında başlatılan Sait Faik Hikâye Armağanı her yıl bu köşkte verilmeye devam ediyor.
Köşkün dış kapısına ulaştığımda sabırsızlanıyordum çünkü Sait Faik’in dizeleri zihnimi bırakmıyordu; “Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt hişt. Hişt hişt. Hişt hişt.”
Köşk merdivenlerinden çıkıp, eski bisiklet zillerini andıran zili çeviriyorum. Orada yaşayan ve eve bakan yaşlı teyzenin ağır aksak adımlarını duyuyorum heyecanım giderek artarken. Kapı açılıyor ve usta yazarın yaşamına adımımı atıyorum. Eski dantel örtüler, soluk renkli sandalyeler, koltuklar değil; öykülerini yazdığı, her sabah uyandığı, vaktini geçirdiği yer beni daha çok meraklandırıyor. Ahşap basamakları bir çırpıda aşıp üst kata, gerçekte yaşadığı yere ulaşıyorum. Yazılarını yazdığı minik odaya.
“Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım”. Bu satırların devamı bu odada yazılmıştı belki de…
MARTA’NIN KOYU
Müzeden çıkıp yönümü Kalpazankaya’ya doğru yöneltiyorum. Denizi sağ tarafıma alarak ilerliyorum. Ağaçlarla ve otlarla çevrili dar patikada ilerlerken sağ taraftaki güzel koylardan biri dikkatimi çekiyor; Marta Koyu.
Marta alımlı, gösterişli bir balerinmiş. Berç Kazar ise, Perşembepazarı’nda hırdavatçılık yapan, kendi halinde biri. Evlenmişler, bir de oğulları olmuş; Corc. Marta o yıllara göre fazla özgür ruhlu bir kadın. Tek başına uzun yürüyüşlere çıkmayı seviyor, koylarda denize giriyor. Ada halkı pek hoşlanmıyor. Berç duyuyor bunları, Corc da. Kızıyorlar Marta’ya. Ama en ustaca kızgınlığı Marta yapıyor onlara ve bir daha konuşmamak üzere son sözü söylüyor. “Artık rahat edersiniz” diye yazıyor minik bir kâğıt parçasına, belki daha fazlasını. Adalılar en güzel koylardan biri olan Halikya’ya onun adını veriyor. Ya Berç? Berç Marta’dan sonra vaktinin çoğunu Burgazada’da, kulübesinin önünde, çilingir sofrası ve dostlarıyla geçiriyor. Ta ki seksenine kadar…
KALPAZANKAYA’DA GÜNEŞİ BATIRMAK
Marta Koyu’nu tam karşıma alıp yoluma devam ediyorum. Arada sırada adanın tek ulaşım aracı faytonlar yolu kapatıyorlar atların dörtnala gürültüsü ile. Hatta akşam vakti olduğundan, mesaileri bitmiş dolaşmaya çıkan birkaç sahipsiz at kısa bir süreliğine de olsa yeni yol arkadaşlarım oluyorlar. Kalpazankaya’ya ulaşıp, en uçtaki restoranın yan tarafındaki minik ve sık merdivenlerden aşağıya iniyorum. Sahile inince dikkatimi ilk çeken, denizi ikiye bölen minik kumsalın ucundaki kaya parçası oluyor. Zaten koy, adını bu kaya parçasından alıyor. Dikkatle bakılınca tepesindeki minik odacık fark ediliyor. Bu odacık kalpazanların sahte paraları sakladıkları yermiş vakti zamanında. Tarihin ilk kalpazanlarının. Tekrar yukarı çıkıyorum. Karanlığı beklerken her şey kızıla boyanıyor; Burgazada’da gün bitiyor, belki de yeni başlıyor: Atlar… Adanın gerçek sakinleri, manastır, Marta ve Berç, bolca balık, Kalpazankaya, köpekler…
Çok akıcı yazı ve çok güzel fotoğraflar. Marta’ nın hikayesini bilmiyordum, koyu tepeden gördüm fakat hiç inmemiştim. Tekrar gittiğimde kesinlikle oraya da uğrayacağım.
Teşekkürler Ayhan, çok gezen mi bilir çok okuyan mı? İkisini birden çok yapan yapan sanırım en keyifle bilen…