Photo Project: turkey fishermen behind the nets
Benim ilk fotoğraf projemdir “Ağların Ardındaki Balıkçılar”. Şimdi geriye dönüp baktığımda kendime şaşırıyorum; O fotoğrafları nasıl bir ruh hali ile çektim diye. Sarıyer’de yaşadığım dönemde, Maslaktaki beton yığınlarına doğru servisle giderken, sabahları Boğazdaki teknelere bakar ve orada olmak isterdim. Orada olmalıydım. Sanırım bunda çocukken babamla balık tutmamızın etkisi var. Bursa sahillerinde serpme ağ ile balık tutmaya giderdik. Benim görevim babamım tuttuklarını boyuma yakın çanta ile taşımaktı. Balıklar ağırlaştıkça sürüklemeye başlar sonra taşıyamayacak duruma geldiğimde kumsalda bir yere gömerdik balık çantasını. Başına da bir çubuk dikerdik. Balık mezarlığı gibi görünürdü durum. Dönerken de gömdüğümüz yerden çıkarır evimize dönerdik. Balıkçılar belki de babama özlemdi. “Fotoğraf çekmek için mi oradaydım yoksa orada olmak için mi fotoğraf çekiyordum” sanki hepsi iç içe geçmişti.
Başlangıçta teknelere girmek için baya bir uğraşmıştım. “Ben sizin balık tutuşunuzu çekeceğim” demek çok yeterli bir sebep gibi gelmiyordu kulağa. Ancak sürekli balıkçılık trafiğini gözlemlemem sonucu bir gece Büyükdere’de balıkları kamyonlara yükleyen bir teknenin yanına yaklaşma cesaretini buldum kendimde. Fotoğraf çekmeye başladım karadan. Neden çekiyorsun demedi mürettebat. “Gel tekneden çek, daha güzel çekersin” dediler. Teknedeydim artık. “Sen meraklısın bu işe, sabah 5 de gene gideceğiz gel istersen aslan” dediler. Sabah 5 de geldim. Teknede hiç bir hareket yoktu. Işıkları yanmıyordu. Kimse henüz gelmedi tekneye diye beklemeye başladım bir banka oturup. Birden karanlıkta teknenin denize açıldığını fark ettim. Tekne gidiyordu ve ben bankta oturuyordum. Meğerse mürettebat teknede yaşarmış. Kaptan motoru çalıştırıp açılır ve açıkta denizdeyken hayat başlarmış. Ertesi gün gene geldim, bu sefer tekneye bindim bir köşede oturdum. Boğazın ortasında ekip uyandığında karşılarında beni buldular. Yabancılık pek uzun sürmedi. Beraber yemek yaptık yedik, vira dedik, üşüdük, ıslandık, geyiğin belini kırdık, küfür dağarcığıma gün yüzüne çıkmamış kalıplar eklendi. Nefis adamlar tanıdım, yazsalar roman olacak hikayeler dinledim. Dayanışmayı gördüm. Emeğe saygım katlandı. Ağ çekerken bel fıtığı olmuş arkadaşlarını tekneden kovdurmayan, direnişçiler tanıdım. Her seferde beni arkadaşları olan diğer teknelere bindirdiler. Boğazda, Marmara’da, Karadeniz’de bir çok dostlarım oldu. Birlikte efkarlandık, güldük, gözlerimiz doldu. Her sefer elimi balık poşetleri ile doldurup evime uğurladılar.
Fotoğraf ve balıkçılık aşkına tam 6 ay sürdü bu yolculuk. Fotoğraf sergisi açtım, kitap çıkardım, dergiler yayınladı, gazeteler haber yaptı tüm çalışmalarımı. Ama hiç biri telefonuma kayıtlı Balıkçı Mehmet’in, Nusret’in, Hüseyin’in ve daha nicelerinin numaralarından daha değerli olmadı. Arada telefona mesaj gelir: “Ufuk ağabey gelsene, barınakta balık pişiriyoruz yanında da bi büyüğümüz var”.
Bu fotoğraf projesi; Balık emekçilerine saygı duruşudur.
İSTANBULLU BALIKÇILAR
Günün ağarmasına daha bir kaç saat var. Büyükdere sahiline demirlemiş Poyraz’ın sadece güverte ışığı yanıyor, ortalıkta kimseler yok, İstanbul sokakları gibi sakin ortalık. Martılar bile henüz uykuda. Bu sessizliğin ve karanlığın içerisinde ansızın Poyraz’ın motorları çalışıyor ve Boğazdan Karadeniz’e doğru hayalet bir gemi ilerlemeye başlıyor. Yaklaşık 1 saat sonra Poyraz’ın 15 kişilik tayfası uykusundan uyanıp ana kamarada toplanıyor kahvaltı için. Çaylar tazelenirken tekne hoporlöründen kaptanın o gür sesi yankılanıyor “Hazır Ol!..”.
İstanbul sularında bulunun balıklar yerli ve göçmen olarak ikiye ayrılıyor. Göçmen balıklar her yıl bahar aylarında Karadeniz’e çıkarak burada üredikten sonra, güz aylarında kışı geçirmek üzere Marmara ve Ege’ye dönüyorlar. Büyük teknesi olan balıkçılar da bunları Karadeniz’den Ege’ye hatta Akdeniz’e kadar izliyorlar. Bu balıklar İstanbul’da Boğaz’dan geçiş yaptıkları dönemde avlanabiliyorlar. Yerli balıklar ise yıl boyunca İstanbul sularında. Bunlar arasında ticari anlanmda en önemli olanlar lüfer, palamut, uskumru, kolyoz, tekir, barbunya, kefal ve bolca bulunan istavrit. Ancak Karadeniz ve Marmara eski gunlerindeki balık çeşitliliğini ve verimliliğini ne yazık ki kaybetmiş durumda. İstanbul sınırları içerisinde gırgır tekneleri ile ağ balıkçılığı yapan balıkçıların kazançları da her geçen gün azalmaya başlamış. Gelişmiş radar ve bilgisayar sistemleri ile yapılan avlanma balığın üremesine engel olduğu gibi aşırı sayıda tüketilmesine de sebep olmuş. Özellikle yumurtlama dönemindeki balıkların ve yavruların yakalanması bir sonraki sezonun bereketsiz geçmesindeki en büyük etken. Bu sebeple resmi olarak yaklaşık 8 ay süren avlanma sezonu (Eylül – Mayıs) neredeyse 4 aya inmiş durumda.
Kaptanın komutu ile bir anda kahvaltılarını bırakan Poyraz ekibi, birazdan üzerlerine sağanak yağmur gibi yağacak deniz suyundan korunmak için hemen yağmurluk, tulum ve botlarını giyiyor. Karınca gibiler, herkes sesiz bir telaş içinde. Kaptan bu sefer coşku ile haykırıyor “Botu atın!..” teknenin arka tarafındaki bot, kaptanı ile birlikte adeta suya düşüyor ve son sürat ağın uzunluğu kadar bir daire çizerek balık sürüsünün etrafını çevreliyor. Bot tekneye bağlanıp motorlarını sürekli çalışır tutuyor ki tekne ağın içine girmesin, sabit kalabilsin.
İstanbul`da balıkçılık, eskiçağda da çok önemli bir gelir kaynağıymış. Her yıl Boğaz`dan geçerek Karadeniz`den Ege`ye göç eden palamutlar neredeyse kentin simgesi omuş. Özellikle, “Altın Boynuz” olarak ün yapan Haliç, palamut kaynamaktadaymış. Balıkçılığın Bizans için çok önemli olduğu, kentte basılmış sikkelerin üstünde yer alan balık figürlerinden de anlaşılmakta. Strabon da akıntının palamutları Khalkedon önlerinden Bizans yönüne süreklediğini anlatırken Boğaz`daki palamut zenginliğinden bahsetmekte; hatta Haliç`te palamutların elle yakalanacak kadar bol olduğunu söylemekte.
Poyraz’dan atılan ağın artık yavaş yavaş çekilmesi gerekiyor. Herkes görev yerlerinde, vinçin cektiği ağın teknede istiflenmesi için uğraşıyor. Balıkçılar çok dikkatliler ve birbirleri ile sürekli kontaktalar, çünkü en ufak bir hata ciddi bir kazaya yol açabilir. Ayakların ağa dolanması, dev vinçe sıkışma gibi olası risklerin önlenmesi için dikkat şart. Belki de bu risklerden daha çok balıkçıları soğuk havada ıslak ortamda çalışmak rahatsız ediyor. Sürekli deniz suyu yağıyor üstlerine ağlar vinçle çekildikçe. Deniz üstünün karadan her zaman soğuk olması ve rüzgara maruz kalması da işi zora sokuyor elbet ancak başka çare yok, o ağ çekilecek ve balıklar kasaları dolduracak.
İstanbul’daki ağ balıkçıları genelde Karadeniz’den mevsimlik işçi olarak gelen balıkçılar. Bunun yanı sıra Doğu ve Güneydoğudan, Balkanlardan, Karadeniz ülkelerinden gelenler de var. Tekne sahipleri genelde aynı işçiler ile çalışmayı tercih ettiklerinden ekiplerde çok buyuk değişimler yaşanmıyor. Ancak yaşlılık, hastalık gibi durumlarda değişim kaçınılmaz. Bu gibi durumlarda genelde tekne sahipleri zor durumda olana yardım ediyorlar, ayrıca zorunlu olarak ayrılan balıkçının yerine oğlunu ya da akrabasını tekneye işçi olarak almak da artık bir gelenek olmus durumda. Rumali Feneri, Rumeli Kavağı, Büyükdere, Poyrazköy, Şile ve Yenikapı balıkçıların İstanbul’daki en önemli limanlarından.
Ağın dibine yaklaşıldıkça artık vinçin yerine kas gücü devreye giriyor. Poyraz’ın bakılçıları yan yana dizilerek hep bir ağızdan tempo tutarak ağı çekmeye başlıyorlar. İşin en heyecanlı ve zekli tarafı da bu gibi gözüküyor. Artık balıkla yüz yüzeler, gelecek balığın ağırlığını bilekleriyle tartıyorlar. Ağa gelen balık son bir hamle ile teknenin havuzlarına alınıyor. İşin denizdeki son bölümünde tutulan balıklar cinsine ve boyutuna göre tek tek ayrılıyor ve kasalanıyor. Havanın ve gidilecek mesafenin durumuna göre gerekirse teknenin buzhanesinde muhafaza ediliyor kasalar. Artık bir sonraki “Hazır Ol!..” komutuna kadar dinlenme vakti. Ana güverte toplanma noktası. Burada herkes bir taraftan ısınmaya çalışırken diğer taraftan da iş dışındaki zamandan keyif almaya çalışıyor, sohbetler ediyor, kağıt oyuyorlar, kahvaltıda yarım kalan çaylar da tazeleniyor.
Türkiye’de balıkçılığın endüstri haline gelmesi 20. yüzyılın ikinci yarısına denk geliyor. 1980‘lerin sonuna doğru devlet teşviği ile tutulan balık miktarı ve kazanç en üst seviyelere geliyor. Ancak sonraki yıllarda hatalı avlanma sonucu balık stokları ciddi bir şekilde azalıyor. Bugün Marmara’da 200, Karadeniz’dek 163, Ege Denizi’nde 300 ve Akdeniz’deki 540 türden sadece 55 türü ticari olarak yakalanıp, satılabiliyor. Buna rağmen, İstanbul Bölgesi Su Ürünleri Kooperatifler Birliği Başkanı Ali Güney, 2 milyon 400 bin kişinin suda ve karada çalışarak sektöre hizmet verdiğini söylüyor. Seksenlerin sonunda 8500 civarında olan ruhsatlı tekne sayısı günümüzde 19.000’lere dayanmış durumda. Deniz aynı deniz, balık aynı balık ama kazançlar tekne sayısındaki artış ile azalmış, rekabet de kızışmış durumda. Sezon boyunca süren bu telaş sonucu teknelerin elde ettiği kazanç kaptan tarafından balıkçılara “pay” ediliyor.
Hava kararıyor, son bir ağ daha atmak için Poyraz boğaz girişini kol açan ediyor radarları ile. Kaptan köşkündeki monitörlerden balık sürülerinin yerinden suyun derinliğine kadar bir çok bilgiye anında ulaşabiliyorsunuz. Sonuncu ağ da çekildikten sonra kasalar tamamen doluyor, artık limana yanaşma zamanı. Büyükdere’ye yaklaşıyor Poyraz, teknenin kara ekibi ve kamyoneti de karşılayanlar arasında. Kara ekibi de tekne ile sürekli temas halinde ve tekne nerede limana yanaşacaksa o da orada. Görevi teknedeki balık kasalarını bir an önce kaptanın yönlendireceği balık haline taşımak. Tekneyi karşılayanlar arasında elinde poşetle bekleyenler var. Bunlar da kasa taşıma, balıkları buzlama karşılığında “göz hakkı” bekleyenler. Bu balıkçılığın bir geleneği aslında. Yardım etmeseler de balığın getirilişine tanıklık edenlere de balık vermek adetten. Poyraz ekibi balıkları sağ salim teslim ediyor ancak, daha iş bitmedi. Tekne ve ağların temizliği başlıyor, güverte yıkanıyor. Gece geç saatlerde yenen yemek sonrası tekne içindeki kameralardaki ranzalar yorgunluğun etkisi ile kuş tüyü yatağı aratmıyor. Balıkçılar sezon sonunda evlerine götürecekleri parayı kazanmanın tatmini ile uykularına dalıyorlar. Ama biliyorlar ki denizin sağı solu belli olmaz, yarın ne olacağı belirsiz, balığın nerede olacağı da. İstanbul güne uyanırken, balıkçıları da çoktan ilk ağları çekmiş, çaylarını yudumluyor, şehir telaşının ilk dakikalarını Boğazın ortasındaki Poyraz’ın güvertesinden izliyorlar.